Hikayenin
sahibi “majestyk” nickli
İnci Sözlük yazarıdır.
Hikayenin
çıkış zamanı: 10/01/2015 19:19
•
• • • • PART 1 • • • • •
Askerlik
görevimi Kosova'da yaptım. Ekim ayının başlarında askeriyenin mutfağından
sürekli eşyalar çalındığını fark ettik. Hiçbir şekilde yiyecek, içecek
eksilmiyor sadece kazanlar ve kepçeler çalınıyordu. Ulan kim ne yapıyor bunları
diye düşünmeye başladık. Askerliğini yapan bilir, koca kazanı askeriyeye elini
kolunu sallayarak girip alıp çıkamazsın. Askerler çaldı desek alıp götüne sokacak
halleri yok diye düşündük. Sonra mutfakta nöbet tutulmasına karar verildi. İlk
3 gece bir şey olmadı. Sonunda 4. gece yani 17 Ekim gecesi 3-5 arası nöbete
beni yazdılar. Sabaha karşı 3 amk. Ortalık ayazdan kırılıyor. Kosova burası her
yer dağ taş derken mutfağa girdim, sinirle oturdum masalardan birine. Köşede
kafayı da duvara yasladım, ha uyudum ha uyuyacağım. Bari iyice soteye gireyim
de komutan gelirse beni uyurken görmeden ben toparlanırım dedim. Soğuktan
uyunmuyor amına koyduğumun yerinde. Tencereler, kazanlar, kepçeleri sayıyorum
can sıkıntısından derken dizime ufak çakıl taşı fırlattı birisi. Etrafta kimse
yok, arkamda ve sağımda duvar var, önüm zaten mutfağın içine bakıyor. Bir tek
giriş sol tarafımda var orada da kimse yok derken bu sefer ikinci bir taş geldi
omzuma. Dedim piçin birisi beni taciz ediyor. Mutfak askeriyenin içinde, dışarıdan
siviller taş atamaz, kimsenin de içeri sızıp bana taş atmaya götü yemez. Dedim
kesin bizim koğuştakiler taşşağa sarıyor derken, kafama bir taş daha geldi. O
ara silaha sarıldım. Dışarı çıkıp kontrol edeyim dedim ama nöbet yerini de terk
edemiyorum. Kafamda senaryolar kuruyorum. Kesin ben dışarı çıkınca mutafa girip
kazanları çalacaklar diye. Komutan götümü siker yeminle. Önce içeride biri var mı
diye kolaçan ettim ışıkları yakıp. Sonra dışarı çıkmadan nöbetteki askerlere
bağırdım giriş kapısından. Askerin esas nöbet yeri bizim yukarımızda kalıyordu.
O oradan her şeyi görüyor diye bağır bağıra sorayım dedim ama piç nöbet yerinde
uyuya kalmış. Duymuyor beni. Etrafta kimse yok, sürekli taş atıyor birileri ama
kim atıyor göremiyorum. Duvarın arkasına saklandım, taş gelmesin diye. İçeri
biri girse silahla ensesini yaracağım orospu çocuğunun. Durmadan caydırıcı ateş
gibi sürekli kapılara pencerelere taş fırlatıyorlar. Sinirden uyarı ateşi
açacağım ama Kosova’dayız NATO birliği dibimizde komutan özellikle emretti bir
uyarı ateşi açsam günlerce onun hesabını veririm. Komutan götümden kan alır
diye götümde yemiyor ateş açmaya ama taşların ardı arkası kesilmedi. En son bir
tencere kapağını siper edip dışarı çıkayım dedim. O kadar sinirliyim ki bulsam
yatırıp sikeceğim orospu çocuğunu diye içimden geçiriyorum. Taşlardan birini
aldım elime. Önce etrafı kolaçan edip sonra nöbetçiye yaklaşıp taş atıp piçi
uyandıracaktım. O arada mutfağa koşup hırsızları kıstıracağım diye plan yaptım.
Önce tencere kapağını aldım. Kapak zaten bir metre eninde neredeyse zırh gibi
kalkmıyor yerinden. Elime de bir taş aldım fırlatabileceğim kadar. Benim dışarı
adımımı atmamla taş kesildi. Dedim korktu kaçtı piçler. Yemekhanenin ışıklarını
açık bırakıp, nöbetçinin yerine koştum. Arada 50 metre yok. Çakılı fırlattım
uyansın diye. Uyanmadı. Bağırıyorum duymuyor. Ortalığa da sis çökmeye başladı. Saat
zaten 4.30 a geliyordu. Yani 30 dakika sonra nöbet devri var zaten taşı
atanlarda korktu kaçtı diye düşünüp mutfağa döndüm. Işığını açık bıraktığım yemekhanenin
ışıkları kapalıydı. önce nöbeti devredeceğim asker gelip ışıkları söndürdü
galiba diye düşündüm. Şimdi beni yerimde bulamayıp komutana bilgi verir, nöbet
yerini terkten ceza alırız diye tırsıp mutfağa koştum. Bu sefer mutfaktan
sesler geliyordu. Ortalığa 5 dakikada öyle pis bir sis çöktü ki, yemekhanenin
kapısını göremiyorum. İçeriden sesler geliyor. Heh dedim şimdi kıstırdım
hırsızı deyip kapının hemen ağzında geldim. 30 cm önümü göremeyecek vaziyetteyim,
içeri dalıp ışıkları yakacağım. Sonra büyük ihtimal silahı görünce teslim olur
diye düşündüm. En kötü saldırmaya kalkarsa uyarı ateşi ederim sorarlarsa zorunda
kaldım derim diye düşündüm. İçeri dalıp ışıkları yakmak için şarteli
kaldırmamla şartellerin atması bir oldu. İçerde gürültü var, biri tencerelerle
kazanları birbirine vuruyor, yemekhanede resmen kulak patlatacak gürültü var. Bir
koğuş asker götünü yırtsa o kadar ses çıkmaz. Bu sefer karanlıkta tencerelerin
oradan biri taş atmaya başladı. Yemekhaneye koşacağız diye siperlik aldığım
tencere kapağını da uyuklayan nöbetçinin orada bırakmıştım. İçeriden öle bir
taş geliyor ki suratıma, ileri adım atamıyorum. Hemen geri çıktım kapı ağzına silahı
içeri doğrultum, vurma emrim var teslim olmazsan ateş açarım diye bağırdım. O
an ki adrenalin öyle lanet bir şey ki, bir türlü dikkatimi toparlayamıyorum. Ulan
ya NATO askerleri piçlik yapıyorsa herifler Türkçede bilmiyor şimdi bir tanesini
vurup başımıza bela almayalım diye düşünüyorum. Kazanların olduğu yerle kapı
arasında o kadar mesafe varken piç öyle bir taş atıyor ki silaha çarpıyor
taşlar. Dedim en azından nöbet değişimine 10 dakika kaldı. 10 dakika daha
mutfakta tutarsam iki kişi bunun amına koyarız dedim. Ben bağırıyorum teslim ol
diye, o taş atıyor. Yemekhanede kıyamet kopuyor, 50 metre ötedeki nöbetçi
uyuyor amk. Dedim yarın seni şikayet etmeyenin götünü siksinler. Bir ara ses
kesildi. Pencereler yerden iki metre ve insan geçecek kadar geniş değil. Tek
çıkış yolu benim tuttuğum kapı. Dedim taşı bitti Herhalde. İçeri daldığım anda
bir şey ile burun buruna geldim. Daha doğrusu bir şey ile çarpışacak gibi oldum.
O an silah patladı ani hareketle. Yüzünü göremiyordum öyle bir şey hayatımda
görmedim. Hala anlatırken sesim ve ellerim titrer saçmalarsam kusura bakmayın.
Ben resmen göğüs kısmına bile gelemiyordum yan yanayken. Yüzüne bakamadım
içerisi puslu göz gözü görmüyor. Silah patladığında anca acayip bir ses duydum.
Geri doğru kaçtı o devasa şey o ara. Tam şoktayım, içeri nöbeti devralacak
arkadaş girdi, şarteli kaldırması ile ışık yandı, ışık yandığında ikinci bir
kere şok oldum. Ortalık savaştan çıkmış gibi darma dağın, duvarlarda kırmızı ve
siyah yazılmış acayip şekiller ve farsça yazılar… Yerler çakıl tanesi,
tencereler kullanılmaz hale gelecek gibi yamulmuş. Sanki içeride fırtına
kopmuş, bir tabur asker kavga etmiş gibiydi. Az önce yanmayan ışıkların şimdi
yanması ayrı bir olaydı. Silah sesini duyunca komutan hemen koştu. Sonradan söylediklerine
göre benim o an şuurum kapanmış, rengi atmış. Revire almışlar kaskatı
kesilmişim saatlerce. Birlikten Hataylı bir arkadaşı çağırdık. Önce yazıları
Arapça sandık. Arapça bildiği için, ilk önce onu çağırdık ama okuyamadığını, Farsçaya
benzediğini söyleyerek birlik dışından tanıdığı bir çevirmeni çağırdı. Bu arada
kendime geldiğimde komutana olanları anlattım. Önce psikoloğa yolladılar. O ara
Farsça bilen çocuk gelmiş. Duvarda sadece bir kelimeyi okuyabildiğini söyledi.
Diğerlerini okuyamıyormuş. okuyabildiği tek kelime ise "ÇAĞIR" demekmiş.
İsterseniz Priştine’de Türk bir hocam var çağırayım o okur dedi. Neyse
yemekhaneye dokunmadık komutanın emriyle. Birkaç gün sonra hoca geldi, ne
yaptılar ettilerse hocayı kapıdan sokamadık dediler. Ben buraya girmem demiş
yazıları okuduktan sonra. Kim sebep verdiyse çağırın gelsin demiş. Komutan
odasına çağırdı, hoca bir koltukta oturuyordu. Geç evladım karşıma dedi geçtim
oturdum. Komutandan rica etti yalnız kalmayı ben o ara tırstım, ceza alacağım diye
bekliyorum. Nöbet yerimi terk ettim diye. Kafamı toparlayamıyorum, olan bitene bir
anlam vermeye çalışıyorum. Neyse komutan çıkınca hoca başladı konuşmaya sen ne
yaptın dedi, neden çıkmasına izin vermedin dedi. Benim o an jeton düştü zaten. Ben
birini mi öldürdüm dedim. Hayır ama musallat aldın dedi. Komutanından rica
ettim Kosova’yı terk edeceksin dedi. İznin gelene kadar bende kalacaksın dedi. Komutan
hepsine izin vermiş. Sonradan öğrendim, ben revirde olduğum sürece iki kere
askeriyede yangın çıkmış geceleri. Nöbet tutanlara taş atılıyormuş sürekli. Hoca
beni aradıklarını söylemiş benimle gelsin, yoksa başınıza dert olur demiş. Komutanda
siktir etmiş. Neyse hoca gece olmadan seni eve götürelim Davut ile
tanıştıracağım dedi. Sana görünürler artık, Davut’u tanıman gerekli dedi. Komutanı
çağırdı, komutan beni siktir etmeye dünden razıymış zaten. Neyse apar topar
çıktık. Gittik hocaya. Saat 7 gibi hava iyice karardı. Akşam ezanı falan
okundu. Bana şortunun üzerine pantolon giy. Davut gelir şimdi dedi, toparlan
dedi. Cünüpsen abdest al çık dedi. Üzerimi giyip toparlandım. Ne olur ne olmaz
diye boy abdestini aldım. O ara kapı çaldı. Hocanın anlattığına göre hırsız bir
cini kendime musallat etmişim. Ama ben Davut’u normal insan sanıyordum. Onun da
cin olduğunu kapıdan girer girmez anladım. çok uzundu, üzerinde koyun derisinden
yapılmış bir parka vardı. Ölü hayvan gibi kokuyordu ama vücudunun tamamı kaplı
olduğu için neye benzediğini göremedim. Gözlerinin orası karartıdan ibaretti. Hocanın
söylediğine göre Davut Müslüman bir cinmiş. Hoca ile zaman zaman yan yana gelip
sohbet yaparlarmış. Sen Davut’la konuşmayacaksın dedi, zaten Farsçamı ne
olduğunu bilmediğim bir dil konuşuyorlardı. Hayatım da hiç bu kadar
korkmamıştım. Hoca olanları Davut’a anlatacağım diyerek saatlerce konuştu. Tartıştılar
sonunda hoca bana dönüp anlatmaya başladı. Beni arıyorlarmış. Aralarından
birini yaralamışım. Müslüman değilmiş, yakalayıp öldürecekler diyordu. Hoca
bana Davut sen Kosova’dan kaçana kadar burada bekleyecek dedi. Davutların
kabilesi ile düşmanlarmış zaten, aralarında husumet varmış. İnsanlara musallat
olmayı seven cinlerdenmiş. O ara komutandan telefon geldi hocaya 4 gün sonra Türkiye’ye
dönebilecekmişim. 4 gün çıkmadan Davut ile burada kalacaksın dedi. O ara Davut
içeri girip namaz kılmaya başladı. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Hayatımda hiç
bu kadar aklımı kaçırmaya ramak kaldığını hatırlamıyorum. Davut namaz kılmak
için içeri odaya geçtiğinde hocayla kısaca konuştuk. Bu kısımları atlayacağım
çünkü hayal meyal hatırlıyorum. Şoktaydım. Bir cinle aynı evi paylaşıyordum. Bu
arada bu hikayemi anlattıklarım hep neye benzediğini sorar. Ayakları kalın ve
sanki komple nasırla kaplıydı. Parmakları biçimsizdi ve üç tane parmağı vardı
ayağında. Tırnakları yoktu. Üzerindekiler yüzünden mi yoksa kendi özelliğimi
bilmiyorum ama ölü hayvan gibi kokuyordu. Ellerini ve yüzünü asla görmedim. Hoca
sakın Davut ile konuşmaya kalkma dedi, belli adap ve usulleri varmış yoksa
musallat olur dost iken düşman kazanırsın dedi. Normalde Davut perşembeyi
cumaya bağlayan geceleri hocanın yanına gelip sabaha kadar okurlar ve sohbet
ederlermiş. Yer yer hocadan erzak alır hoca ya da gaipten bilgi verip gidermiş.
Hoca hiç evlenmemiş, Davut ise evliymiş. Nerede nasıl yaşadığını asla
anlatmazmış ama düşmanı çokmuş. Bir süre sonra hoca namaza kalkınca bende camdan
dışarı bakmaya başladım. Zaten ne olduysa o ara olmaya başladı... Beni normal
olarak gece boyu uyku tutmadı, ne olduğunu ne ile karşı karşıya olduğumu
anlamaya çalışıyordum. Neden bunlar başıma geldi diye düşünüyordum. Sanki rüya
görüyordum, gerçek dışı onca şey oluyordu ki, karabasanlı bir rüya gibiydi. Böyle
camdan boş Kosova dağlarına bakarken bir anda içeriden sanki boğazına bıçağı
sapladığınızda kurbanlık öküzden bir son nefes çıkar ya, işte öle bir hırıltı
ve bağırtı duyuyor gibiydim, bir anda hoca bağıra bağıra dua okumaya başladı. O
an Davut’tan az önce bahsettiğim hırıltı geliyordu. Elim ayağım boşaldı
korkudan. Artık akıl sağlığımı oynatmak üzereyken hoca geldiler diye bağırdı,
beni geri çekip perdeyi örttü. Mutfağa koşup ekmek aldı, sonra bir bakır tasa
su koyup ekmekleri içine atıp Davut’a verdi. Davut’tan tarif edilemeyecek bir
hırıltı çıkıyordu. Sanki o kadar sinirlenmişti ki tam bağıracakken biri onu
gırtlaklıyor gibiydi. Davut ekmekleri alıp üzerlerine Farsça bir şeyler söyleye
söyleye dışarı çıktı. Hocam ne oluyor diye bir açıklama yapsın diye
yalvarırken, hoca bana “Abdestli misin?” diye sordu. Sonra elime bir dua verdi
ve bunu devamlı oku dedi. Boynuma muska tarzı bir şey taktı. Hoca hemen içeri
az önce namaza durdukları odaya koşup, beni divana oturttu, başparmağı ile
alnıma bastırıp bir şeyler okumaya başladı. Hayatımda ilk defa korkudan
ağladığımı hatırlıyorum. Namaza durulan oda da pencere yoktu. Bizim az önce
bulunduğumuz odanın penceresi bir taş ile kırıldı. Biri uzaktan taş atıp camı
kırmıştı. Ben korkudan hocanın bana verdiklerini bile okuyamıyordum. Nutkum
tutuldu konuşmayı bile beceremez hale geldim. Hoca bizim oturduğumuz odanın
önüne Davut’a verdiği bakır tasta ıslattığı ekmeklerden koydu. Birileri
hayvanlar gibi kapıya vurmaya başladı, o an resmen içeri taş yağdırmaya
başladılar, ne var ne yoksa içeride ki her şeyi parçalamaya çalışıyorlardı
sanki. Hocam diyebildim sadece. Bana sus dedi. Ne oluyor hocam kurban olayım
neler oluyor böyle diye yalvarmaya başlamıştım. Hoca bana seni almaya geldiler
dedi. O an Davut içeri girdi. Bizim odaya geldi. Hoca ile kavga eder gibi
konuşuyorlardı. Davut’u evin etrafına ekmek bırakırken görmüşler. Okunmuş ıslak
ekmeğe yanaşamıyorlarmış. Davut içeri gelemesinler diye ekmek koyarken
görmüşler. Beni öldürecekler demiş hocaya. Normalde Müslüman olmayan cinler ile
Müslüman olanlar arasında zaten bir husumet varmış. Birde insan ile iletişime
geçip yardım ediyor ise yakıyorlarmış evini. Dönersem beni yakalayıp yakacaklar
demiş hocaya. Ya beni verecekler ya da Davut’u yakacaklar. Ben o an olanları
kavrayamıyordum. Olaylar sona erince anlatıldı hepsi. O konuşmaların ardından Davut
tekrar çıktı dışarı. Biz köyün dışındaydık, hoca Davut gelebilsin diye derme
çatma ev yapmıştı. İnsanların yoğun olduğu yere gelemiyor diye köy dışına
yapmış evini. Hocaya askeri arayalım dedim. Kimsenin gücü yetmez bunlara dedi. O
ara çığlıklar duyulmaya başladı. Hayatımda hiç bu kadar kasvetli çığlıklar
duymamıştım. Davut köye koşup bir koç kaçırmış, sonra bunu parçalayarak kanını
üzerine dökmüş. Müslüman olmayan cinler koç kanından nefret ederlermiş,
yaklaşamazlarmış. Davut bunu üzerine sürüp Müslüman olmayan beni almaya
gelenler ile kavgaya tutuşmuş. Çığlıklar öyle laneti öyle kasvetli ve rahatsız
ediciydi ki, hocanın ağladığını gördüm. O an işte tamamen kendimden geçtim. Tek
güvencem bana destek veren gücün ne kadar korktuğunu hissediyordum. O lanet
çığlıkları dakikalarca duyduktan sonra, sabah ezanı saati gelince hoca cama
koşup ezan okumaya başladı. O an çığlıklar bıçak gibi kesildi. Birkaç dakika
sonra Davut geldi. Sabah ağarana kadar hocayla tartışır gibi konuştular. Davut
bu gece gelip burayı yakacaklar, geri dönersem beni de öldürecekler demiş. Birkaç
saat önce 3 cin gelmişler ama akşam yüzlercesi gelir dedi. Burayı gerekirse tüm
köyü yakacaklar dedi. Sabaha kadar hoca okumaya devam etti. Hocayla dışarı
çıktılar ekmekleri toplamak için. Hocanın dediğine göre ekmekleri toplayıp
uzağa gömmek gerekirmiş. Cinler ekmeğin olduğu yeri ev sanıp oraya giderlermiş.
Hava ağarınca hep birlikte dışarı çıkıp kıvırcık tarlasının bittiği yere
ekmekleri gömdük. Hoca evde bir muska yazmıştı bunu da buraya gömdü. Bu arada
ben hala askeriyede iştimalarda var gözüküyordum. Komutan o kadar korkmuş ki,
beni birlikte gösteriyormuş. Yani burada ölsem cesedimi bulamazlardı. Hocam
şimdi ne olacak diye sordum. Eve dönemeyiz dedi. Davut yüzünden şehre de
inemiyorduk. Sultan tepesine çıkıp bir mağarada saklanalım diye düşündük. Yardım
istemek için Türk birliklerinin bulunduğu askeri alana gittik, amacımız bir
araba alıp Sırbistan’a geçmekti. Özellikle Sırp askerlerinin yaptığı bir kıyım
vardı Kosova’da. Hâlâ tacizlerini sürdürürler Kosovalılara. NATO askerleri
olmasa tüyü bitmemiş yetimin hakkını bile gasp ederler. Ama hocanın bir
tanıdığı varmış. Sırbistan ile Kosova Priştine sınırlarına yakın yerlerde bu
tür olayların çok sık olduğunu sonradan anladım. Hocanın bahsettiği yakını,
karısı lohusa dönemindeyken bir al karısı yakalamış zamanında. Karısına
musallatken yakalamış. O da derin bir hoca diyorlardı hep hakkında. Sırbistan
da Rus’u, Sırp’ı, Makedon’u hep bu hocaya koşarmış derdi olduğunda. O yardım
eder anca dedi. Askeriyeye gidip araç bulmaya karar verdik. Önce Davut’u sultan
tepesinde gizledik. Sonra askeriyeye döndük. Komutandan araç tahsis etmek zor
olmadı. O benden daha çok korkmuş haldeydi. Sırbistan’a gidip gelene kadar
uçuşa yetişmem imkânsızdı. Burada kalsam gece katledilecektim. Uçuşu iptal
etmekten başka şansım yoktu. Devletin askeriydim. Kafama göre araba ile ülkeyi
terk etsem kaçak gözükeceğim. Elim kolum bağlı bir şekilde Sırbistan’a
kaçmaktan başka bir çarem olmadı. Aklımdaki sayısız sorudan sonra Davut’u almak
için sultan tepesine gittik. Davut’un arabaya sığması imkânsızdı. Zaten gündüz
olduğu için biz geceden ne kadar korkuyorsak o da gündüzden o kadar korkuyordu.
Sığındığı yerden çıkamadı. Hoca ile konuştular, o gece gelir yolunu bulur dedi.
Biz yola koyulduk ama Davutsuz da tamamen savunmasızdık ama asıl sorun Sırbistan
sınırından içeri sızabilmekti. Her yer Türkiye sınırı gibi yolgeçen hanı değil.
Hele Kosova - Sırbistan sınırı NATO tarafından korunuyordu. Araç ile bir yere
kadar gidecektik sonra, hocanın tanıdığı bizi alacaktı. Askeriyede hoca tanıdığını
aramış durumu anlatmış. Yalvar yakar kabul etmiş yardım etmeyi. Gittiğimizde al
karısı yanındaydı, hayatımda ki üst üste en büyük diğer bir şoku yaşadım. Aslında
ben onun al karısı olduğunu sonradan öğrendim. İlk başta hocanın karısı
sanmıştım. Yolda öğrendim al karısı olduğunu. Üstü başı pasaklıydı. Saçları
kıpkırmızı normal insan gibiydi ama dişleri yoktu. Sonradan anladık dişlerini
söktüklerinin. Al karısı geceleri insanları rahatsız ediyormuş. Tırnaklarını
kemiriyormuş yeni doğmuş bebeklerin. Birde kaşık çalma huyu varmış. Sakinleştirmek
için kaşık veriyorlarmış buna. Neyse al karısını hep yanında gezdiriyormuş. Al
karısı elini neye sürse bereketi artar ve beladan korurmuş. O yüzden bu tip
durumlarda yanından ayırmazmış. Birde cinlerin bazıları al karısına
yaklaşmazmış. Onu da arabada hoca konuşurken öğrendik. Yani Davut gelse de
aralarında sorun çıkacaktı. Neyse kazasız belasız Sırbistan’a kaçabildik.
Hocanın türbeye çevrilmiş evine girdik. Akşam 9 gibi hocanın evine vardık. Evi
iki katlıydı, sağda solda boynuzlar, duvarlar dışkı ile sıvanmış içeride ağır
bir koku vardı. Önce al karısını zincirle bağladı odasına. Resmen bir hayvanmış
gibi muamele yapıyordu. Evin tam ortasında tandır gibi bir şey vardı. İçindeki
alevi hala yanıyordu. Isınmak için etrafına dolandık. Çok geçmeden hoca konuyu
anlattı yine. Bu sefer Türkçe konuşulduğu için çok iyi anlamıştım olayın asıl
boyutlarını. Hoca öncelikle tasvir istedi. Cinden cine değişir dedi ama biz
görmemiştik önceki gece gelenleri, Davut çıkmıştı dışarı, biz hocaya Davut’un
geleceğini söyleyince al karısı huysuzlandı. Hoca getirmeyin buraya dedi. İçeri
giremez dedi, dışarıda bir kulübe gibi bir şey vardı odunları yığdığı. Gelirse
oraya geçsin dedi. Sonra hoca bana olayı anlattırdı. Bende anlattım. O an
içinde bulunduğum durumda bana kolunu kes dese kesecek vaziyetteydim. Ne
sorduysa söyledim. Hoca duvar yazılarını ve geçen geceki olayı duyunca zaten
ifrit cin işi bu dedi. Anlattığına göre cin soylarının en tehlikelisiymiş. Hastalık
ve ölüm verebilirlermiş. İnsanları en çok rahatsız eden musallat olan
cinlermiş. Peygamber miraca çıkarken toplanıp peygamberi de yakmak istemişler. En
lanetli cinlere bulaşmışsın sen dedi bana. İfrit cinler insanlar ile anlaşmaya
yanaşmaz dedi. Kabilelerini öğrenip konuşup anlaşmak lazım yoksa sana rahat
vermezler dedi ama bu da imkânsız dedi.
•
• • • • PART 2 • • • • •
Eğer
gelirlerle seni öldürmeden gitmezler, konuşamayız, bizim onlara gitmemiz gerek.
Kabileyi bulursak al karısı ya da Davut’u yollar ara yol yapmaya çalışırız
dedi. Hoca bana bunları anlatırken dışarıdan bir at sesi duyuldu. Cama koştuk. Bilmiyorum
hayatınızda paranormal aktivite yaşayan var mı ama Allah kimseye iki ayağının
üzerinde yürüyen at görmeyi nasip etmesin. Cinler kılıktan kılığa girer. Özellikle
ifrit cinleri bu konuda başarılıdır ama bu ifrit olmadığından at kılığına girse
bile başarılı olamamış. Gözlerinden belliydi. İnsan gibi iki ayağının üzerinde
yürüyüp acayip bir şekilde hırlıyordu. Hoca yalnız geldiğine göre Davut bu
dedi. Eve yaklaşamıyordu al karısından dolayı. Hoca ben çıkar konuşurum dedi. Davut
olması için dua etmeye başlamıştım. O ara artık cinlerle iç içe yaşayanları
anlıyordum. Zararlısı olduğu gibi yardım edeni de vardı. Hatta hayatımda ilk
defa bir cinin o an bulunduğum ortamda olması için dua etmiştim. Bizi onlardan
koruyacak tek varlıktı. Hoca dışarı çıkınca at geri geri yürüdü. Karanlık
olduğundan gözden kaybolunca hoca da karanlığa pek yürümedi olduğu yerde
bekledi. Birkaç dakika sonra Davut’u gördük. Hoca hemen yanına koştu Davut’un. Davut
al karısını hissetmiş gelemiyordu eve. Dışarı kulübeye geçti. O ara al karısı
da ayağa kalkmış bağırıyordu. Hoca ona ekmek götürünce sustu. Sonra benle
konuşmaya başladı. Ya hepsini öldüreceksin ya da onlara bir şey vereceksin
dedi. Cinleri öldüren insan yoktur dedi sonrasında. Zamanında bir kabile ile
5000 koyun karşılığı anlaşmışlar ama ifrit cinler koyunu alsa bile peşini
bırakmaz o yüzden işimiz zor dedi. Hocanın çaresiz konuşması beni iyice gerince
hocam Türkiye’ye döneceğim zaten birkaç güne dedim. Yeter ki dört beş gün daha
koruyun beni dedim. Döndürmezler, dönsen de peşinden gelirler dedi. O ara hoca
girdi içeri nefes nefese. Davut yolda gelirken kabileyi tepenin başında Priştine
tarafında yangın görmüş. Bizim terk ettiğimiz araziyi yakıyorlarmış. Bütün
kabile oradaydı diye söylemiş hocaya. Biz eve sığındık iyice. Hoca ışıkları
kapattı. Ortalığı iyice karanlık bastı. Davut kulübedeydi dışarıdaki. O kadar
uykum vardı ki. Korkudan kaç gecedir gözüme uyku girmedi. Gözlerim seğiriyordu.
Hoca, Davut nöbette uyu dedi bana. Zaten burayı bulamazlar, bulsalar da ifritler
buraya yanaşamaz dedi. Bu lafı unutmayın beyler ileri ki yazımda anlatacağım. Kısaca
bahsetmek istiyorum yinede. Evinde kaldığımız hoca, daha sonradan duyduğuma
göre bahçesinde al karısının üç oğlu gömülüymüş. Al karısı insan tarafından
yakalanınca çocuklarını öldürüp al karısına yollarlarmış. Hoca bunları evin üç
köşesine gömmüş. Cinler buraya istese de giremezler demişti. Bu olayla ilgili
sonraki yazımda daha detaylı anlatacağım ama önce o gece yaşadığım bir
tuhaflığı size söyleyeceğim. Gerçi bu cümlem saçma oldu. Yaşadığım her şey
zaten tuhaftı ama o gece evin camına bir karga kondu saatlerce içeriyi bizi
izledi. Önce rüya sandım, sonra evinde kaldığımız hoca kargaya bakır tas içinde
okunmuş ıslatılmış ekmekten yedirdi. Karga hocanın elinden ekmeği yedikten
sonra sabah ezanından hemen önce uçarak uzaklaştı. Hocanın derinliği her saat
farklı bir boyut kazanıyordu. Karga hocaya hizmet etmekteymiş. Ekmekleri
aslında yemiyor ebabil kuşu gibi ağzında evin uzaklarına taşıyormuş. Önceki
yazıları okuyan bilir, bu ekmekler cinlerden uzak durmak için evin bahçesine
gömülür. Hoca kargaya verdiği ekmeklerle cinler burada olduğumuzu anlarsa
yanaşamasın diye ekmek gömdürmüş uzaklara sabah ezanı bizim için kurtuluş çanı
gibiydi bir sonraki yatsı namazına kadar. Hoca bana sakın dışarı çıkma işemek
içinde ateşin içine işe dedi. Sakın terleme ve çok sesli konuşma dedi. Hoca al
karısını alıp dışarı çıktı, biz bizim hoca ile evde kaldık. Sonra Davut’u
çağırdı hoca ama Davut kapı eşiğinden ötesine giremedi. Sebebini hiç
öğrenemedim ama Davut içeri giremiyordu. Kapıdan konuştular. Hoca bir minder
çekti kapı eşiğine beraber oturup konuştular. Ben camdan bakmaya başladım. İlk
defa annem geldi o an aklıma. O kadar özledim ki, öleceksem de bir kere göreyim
öleyim diye yalvardım içimden Allaha. Neyse Davut’ta bir süreliğine uzaklaştı.
Sanırım etrafı kontrol etmek için. Hoca içeri geldiğinde ben ağlıyordum. Ağladığımın
farkında değildim. Hoca biraz bu işe bulaştığına pişmandı, her halinden
belliydi. Belki Davut’la beni teslim etmek için konuştular bilmiyorum, o
konuşmayı asla söylemedi bana ama Davut çok pişmanmış. Kabileyi öğrenip özür
dilemeye gitmek istemiş ama hoca yerimizi bulurlarsa hepimizi öldürürler diye
yalvar yakar ikna etmiş Davut’u. Akşamüstü Davut döndü. Davut’un anlattığına
göre bizim kaçtığımız hocanın eski evini yakıp kül etmişler, etrafta köpek, eşek,
at ne varsa katletmişler, her şeyi yakıp yıkmışlar. Cinler arasında dava olan
insanı bulamayınca oradaki hayvanları katledermiş. Yani cinler bizim o evde
olmadığımızı biliyordu. Kaçtığımızı biliyordu. İfrit olduklarından peşimizi de
bırakmayacakları için aslında pekte güvende değildik. Sıkıntılı bir gün sona erdi
ve bir şekilde gece oldu. Al karısı ile hoca geldiler, ellerinde lavaş gibi
ekmekler vardı. Peynir vs. şeyler bulmuşlar bir yerlerden. Önce onları yedik. Hoca
namaza durunca aynı karga yine cama geldi. Bu sefer gözlerinden kan akıyordu. Sanki
mübarek hayvan kan ağlıyordu. Hoca namazını bitirince sanki hemen namazı
bitirdiğini anlayıp ses çıkarmaya başladı. Hoca hemen camın kenarına koştu. Ne olup
bittiğini anlamaya çalışırken ışıkları kapatın dedi. Hocaya hemen Davut’u
çağırın dedi. Önce kapının eşiğinden düğüm düğüm edilmiş bir halat çıkarım
odanın içindeki tandır ocağında yanan ateşe attı. Al karısına iyice tembih
verip zincirlerini çözdü. Davut bu sefer içeri hiç sıkıntı yaratmadan girdi. Sonra
anladık ki, hocanın evini düğümlü halat koruyormuş. Halatı yanarken bize
camları kapattırdı. Sonra ateşe kuyruk yağı attı duman çıksın diye. Halat yanıp
dumanı duvarları sinsin diye uğraşıyordu. Neyse Davut’u içerideki oda da
tuttuk, al karısı ve biz halat dumanının sindiği duvarlı odada oturuyorduk. Hoca
önce oturup Yasin okudu, sonra 40 kere Felak ve Nasr surelerini okuduktan
sonra. Bu gece ziyarete gelecekler dedi. Sen burada kalacaksın dedi gözlerimin
içine bakarak. Sonra beni buraya getiren hocaya dönüp, hoca sen istersen git,
al karısı seni uzaklaştırsın dedi. Çok vesveseli şeyler olacak, kalma istersen
burada dedi. Hoca zaten günlerdir zor duruyor, bir çıkış yolu arıyordu ama beni
şaşırtarak kalmayı tercih etti. Gece saat 11'i gördüğünde karga tekrar geldi. Ağzı
hayvan pisliğine bulaşmış, bir ayağı da kopmuştu. Hoca çok yakındalar sessiz
olun, Davut’u uyarın dedi. Davut hemen kaldığımız gecekondudan bozma binanın
çatısında çıktı, al karısı bizimle kaldı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. İfrit
cinle ilk karşılaştığım gecedeki gibi pis bir sis çökmeye başladı. Davut hemen
aşağı inip 7 tane ters başlı koç geliyor dedi. Bu sefer Davut’u da içeri aldık.
Hoca perdenin gerisinden camdan dışarı bakarken, istemsizce bende baktım. Evin
yüz yüzelli metre ilerisinde çenelerinin altından boynuz çıkmış, gözlerin mavi
mavi parlayan 7 8 tane koç benzeri hayvan gördük. Dolanıyorlardı. Cin
olduklarını söylememe gerek yok. Davut ifritlerin kabilesinin çok büyük
olduğunu söyledi. Her yerde bizi arıyorlarmış. O ara iyice sis çökünce camdan
bir metre önümüzü göremez olduk. Hoca ıslak ekmekleri geçtiler ise bu cinlere
benim gücüm yetmez dedi. Al karısı huysuzlanmaya başlamıştı, oturduğu yerde
titriyordu. Aramızda en sakini Davut’tu. Ondan hiç bir ses çıkmıyordu. Bizim
hoca da camdan dışarı sessizce okuyup üflüyordu. Hoca Davut’a burada olduğumuzu
anladılar mı diye sordu. O ara koçların sadece 2 sinin gözleri seçiliyordu,
evin 20 metre yakınına kadar geldiler. Davut diğerleri gittiyse burada
olduğumuzu biliyorlar, kabileyi çağırmaya gitmişlerdir dedi. Hocam onlar
gelmeden kaçalım, şehre inelim dedim. Dışarı çıktığımız an bizi çarparlar diye
tembihledikten sonra, ev üzerine yıkılsa yine terk etmeyeceksin dedi. Hoca
sakinliğini koruyordu. Ters başlı koçlar 20 metre öteye geçememeye başladılar. O
an al karısı, “Oğlum!” diye bir çığlık attı. Hoca hemen al karısını yakaladı
sakinleştirmek için. Al karısı dışarı çıkmaya çalışıyordu. Anladığımız
kadarıyla cinler, al karısının ölen oğullarının mezarlarını deşmeye
çalışıyormuş. Hoca al karısını zapt edemeyince al karısı kendini dışarı atıp
sis içerisinde koçlara doğru koşmaya başladı. Sis yüzünden olan biteni
göremiyorduk. Derinden gırtlaklanan bir atın anırmaya çalışması gibi bir ses
ile al karısının çığlıkları duyuluyordu. Hoca hemen kapıyı kilitledi. O an Davut’ta
dışarı çıkmak istedi. Hocaya bir şeyler anlatıp çıktı al karısının gittiği yöne
doğru. Birkaç dakika sonra Davut döndü, al karısının başı ile vücudunu
birbirinden ayırmışlar. Kafasını alıp kaçmışlar. Davut elinde al karısının
cansız bedeniyle döndü, bedende kafa kısmı parçalanıp koparılmış şekildeydi. Ben
zaten o ara kendimden geçmişim. Tam olarak ne olduğunu şuan hatırlayamıyorum
ama kendime geldiğimde Davut al karısının bedenini gömmeye çalışıyordu. Saat 2.30
gibi kendime geldim. Davut gömme işlemini yarıda bırakıp içeri koştu. Hocaya
bağırarak bir şeyler söyledi. Hoca geldiler hocam diye bağırdı. Hocalar ile Davut
ne yapılacağını tartışıyorlardı Farsça. Bir anda evin üzerine taşlar yağmaya
başladı. Duvarlara çarpan taşlar resmen parça parça evin dış cephesini
kemiriyordu. Hatta cama isabet eden taşlar oldu. Evin içinde ne varsa kırılıp
dökülmeye başladı. Taş bulamayan ifritler kafası koparılmış sıçan ve karga
atmaya başladılar. Evinde kaldığımız hoca Davut’a kabileden bir sözcü çağır,
buyur edelim konuşalım dedi. Davut kulakları yırtacak bir ses ile daha önce
duymadığım bir dil, ya da sesler bütünü ile ses çıkarmaya başladı. Sanki
hayvanlara özel çıkarılan sesler gibi Davut ve diğer cinler bu sesler ile anlaşıyormuş
yani onların dilleri buydu. O ara taşlar kesildi. Davut bir süre sonra içeri
dönüp hocaya Farsça bir şeyler söyledi. Al karısının tohumlarını topraktan
çıkarın, ekmekleri toplayın demişler. Sanırım cinler eve pek yaklaşamıyordu o
an ama öyle yoğun kaya parçası yağıyordu ki devam ederlerse evi başımıza
yıkacaklardı ama ifritlere güven olmaz diye dışarı çıkıp dediklerini yapmak
istemedik. Az sonra taş yağmuru tekrar başladı. Evin her yerine taş
fırlatıyorlardı. Davut tekrar aynı sesle bağırmaya başladı, ekmekleri toplayıp
bir cin alacağım, o kişi sınırı geçince ekmek ile kapatacağım dedi. Davut dışarı
çıktı. Biz gelince ne konuşacağımızı düşünüyorduk. 5000 koyun için anlaşalım
dedi hoca. En azından zaman kazanırız dedi. Evinde kaldığımız hoca, anlaşmaya
yanaşmayabilirler dedi. Biz tam tartışırken kapı çaldı. Kapı açıldı beni içeri
odaya aldılar, sen sakın çıkma dediler, gözükme dediler. İçeri ki oda da
divanın altına girdim. Nefes bile almayı bıraktım. Hayatımın en korku dolu
anlarıydı. Sonra konuşmalar başladı, kimin ne konuştuğunu anlamak mümkün
değildi. İçeriden bir ağlama sesi duyuldu. Sonra hoca girdi benim odaya, evdeki
tüm kuran ve dua yazılarını toplatmış içerdeki odaya taşıtmış. İfrit cinler çok
rahatsız olur Kuran ve Arapça dualardan. Hocanın yüzünün rengi bembeyazdı. Yıllardır
cinlerle münasebeti olan adamın bile rengi atmıştı. Hocaya soru sordum. Hocam ne
oluyor diye. Adam cevap bile veremedi. Sanki aklı çıkmıştı yerinden. En azından
Kuran kitapları yanımda belki yanaşamaz diye düşündüm fakat şunu söyleyeyim.
İfrit cinler gayrı Müslim’dir. İslam inancı olmadığı için Kuran onları sadece
rahatsız eder. Yani kuran ve ayetler ile ilgili şeylerin olduğu yere
girebilirler ama huzursuz olurlar. Her neyse hoca içeri girip kapıyı üzerime
kilitledi. Ben zaten kaskatı kesildim. Koskoca adam ne idrarını tutabiliyordu
ne ağlamamayı başarabiliyordu. Hayatımın en kötü anıydı. Bir ara sesler
yükseldi. Kapının anahtarı duyuldu, içeride bağırış vardı ama bu Davut’un çıkardığı
seslere benzeyen bir bağırıştı. Bir anda kapı açıldı, o an nutkum tutuldu, iki
hocada içeri girip hemen kapıyı kilitlediler. Orası filmin koptuğu andı zaten.
Cinlerin kavgası başlamıştı. Davut ve ifrit cin kabilesinden gelen cin içeride
kavga ediyordu. Hocaların ikisi de oda da ya sabır ya hak çekmeye başladılar,
hemen okumaya başladılar. Evinde kaldığımız hoca belinden halatı çıkarıp
okudukça düğüm atıyordu. 7 düğüm atıp kapının koluna sardı. Öteki hoca zaten
nefes verdikçe okuyordu. Yer yerinden oynamaya başladı, resmen zelzele oluyordu
evin içinde, cinler evi taş yağmuruna tutmaya başladılar. İçeride ifrit cin ile
Davut kavga ediyordu. Hayatımda böyle bir an yaşamadım. Allah kimseye
yaşatmasın, o çıkan seslerin, o hiddetin haddi hesabı yok. İfrit cinin çıkardığı
seslerdeki hiddet, nefret ve vesvese resmen insanı kaskatı kesiyordu. İçeride
olan biteni göremesek de, o sarsıntı, o duvarı döven taşlar ve Davut ile
ifritin kavgasındaki çığlık ve feryat bize kalp krizinden de kötüsünü yaşattı. Hoca
yanımda Allah’a canımı al diye yalvarıyordu. Beni onların ellerine bırakma al
canımı ya hak diye ağlamaya başladı. Bu olay tam 3 dakika sürdü, sonra bir anda
seslerin tamamı duyuldu, taş atmayı kestiler. Ortalıkta olağan üstü bir
sessizlik oldu. Tam o sessizlikte “La ilahe illAllah” diye uzaktan gelen ezan
sesini duyduk. Hayatımda hiçbir ezan bana bu huzuru yaşatamamıştı. Hocalar
hemen içeri koştu. Ben yalnız kalmaktan korktuğum için peşlerinden gittim. İçerisi
hayvan ölüleri, kafası kopuk sıçanlar ve fındık fareleriyle dolmuştu. Davut
ortalıkta yoktu. Kapı parçalanmıştı. Ne cam kalmış ne de kapı. Ev yaşanmaz hale
gelmiş. Hemen dışarı çıktık. Davut uzaktan geliyordu. O an ilk defa Davut’un
yüzünün bir kısmını gördüm ve hiddete düştüm.
Bir sonraki yazımda onun yüzünü tarif edeceğim ama şimdi kısaca
olanlardan bahsedeyim. İfritler ezanı duyunca kaçmışlar. Ezan sabah vaktinin
habercisidir. İfritler asla gündüzleri dışarı çıkmazlar. Onların gayb kapıları
sabah ezanından sonra kapanır. Akşam ezanıyla açılır. Davut’un karısını
öldüreceklermiş. Peşlerinden koşmuş ama yetişememiş. Akşam ezanına kadarda
beklemekten başka çaresi yokmuş. Artık sadece beni değil, hocaları da öldürüp
yakacaklarını ve Davut’un bütün ailesini katledeceklerini söylemiş ifrit Davut’a.
Davut’un her yeri parçalanmıştı. Akşamda gelecekler dedi. Yollara tuzak
kurmuşlar etrafı terk edemeyiz dedi Davut. Zaten etraftaki tüm köylerdeki
telefon hatları, elektrik tellerini parçalamışlar. Burada kısılı kalmıştık. Gece
gelip bizi avlamalarını beklemekten başka çaremiz olmadığını bilmek o korkuyla
düşünmemizi engelliyordu. Önce hep birlikte dışarı çıktık. Kapının önünde al karısının
başsız bedeni vardı. Davut toprağa tam gömememiş. Gelen taşlar paramparça etmiş
bedenini. Biraz ötede ölü oğullarının cesedi vardı. Bir tanesinin bacaklarını
kemirmişler. Al karısı ve soyundan gelenlerin cesetleri çürümez. Bin yıl toprak
altında kalsa aynı şekilde çıkartırsınız. Biraz Davut’tan bahsedeceğim. Davut’un
yüzü kıllıydı. Keçi derisi gibi gerisi vardı. Sık ama kısa tüy gibi. Ağzı yine
kuzu ağzı gibi dişleri kurt gibi ama çok inceydi. Kulakları yoktu. Burnu içeri
doğru oyulmuş gibiydi. Boynuna doğru indikçe kıllar gidip yerine nasırla
kaplanmış gibi duran çatlamış bir deri geliyordu. Gözleri simsiyahtı. Gözlerine
baktığınızda zifiri karanlığa bakmış gibi hissedersiniz. Yüzünü tarif
edebilecek ya da benzetebileceğim bir canlı yok. O yüzden şuna benziyor diyemem
ama bir kere bakabildim daha da bakamadım. Amacımız Sırbistan’da şehir merkezine
inmekti hava kararmadan. Davut’a suratını kapatacak bir şeyler bulduk. Ayaklarını
vs. sararak vücudunda görünecek yer kalmayacak şekilde gizledik ama boyu o
kadar uzundu ki her halükarda dikkat çekiyordu. Etrafımızda şehir yoktu en
yakın yerde 100 kişilik bir Türk köyüydü ki, köyde elektrik yoktu. Gece
hayatımızı kurtaran ezanı bile hoca minareden bağırarak okuyordu. Hoca bu köye
girersek bizi gizlerler dedi. Şimdi burada olan bir olayı anlatmadan önce size
bir bilgi vereceğim. Bu bilgi sonrasında olayın tam olarak nasıl olduğunu
anlayacaksınız. Daha önce dediğim gibi Kosova ve Sırbistan sınırında, zamanında
milyonlarca insan katledildi. Bu yüzden buralarda aşırı derecede olaylar olduğu
rapor edilir. İki ülkede NATO birliği hariç bu araziye asker yollamaz. Çünkü
burada açıklanamayan birtakım olaylar olup üzeri kapatılmıştır. Özellikle bizi
evinde saklayan hoca ve ileride ki Türk köyündeki insanlar için, cinler, al
karıları, ermişlerin ruhları ile sürekli bağlantıda olmak normal bir şey. Onlar
genelde Müslüman cinler ile zamanında âlim ve ermiş olarak ölen hoca ve
hacıların ruhları ile ve al karıları ile iletişim halindedir. Hatta bazı
evlerde cinler misafir olarak ağırlanır. Hatta bizim hocanın evinde al karısı
vardı. Bu insanlar ifrit ve şeytan soyundan gelen cinlerle muhatap olmaz
genelde. Bir rivayete göre ifrit ya da şeytan soyundan gelen cin bir insana
tecavüz eder. Kadın evinde banyo yapıp temizlenirken tecavüze uğrar, birkaç
dakika sonra kadının kocasının köy kahvesinde alev alev yanarak öldüğü
anlatılır. Sabah ezanından önce gayb kapısından geçemeyen cinler Davut gibi Müslüman
değilse, tutsak kaldı sanılarak kabileden dışarı atılır, bir daha dönemez. Bu
cinler insanlara hastalık verir, bir kısmı insan çarpar, ya da içine girip
kontrol eder. Onları rahatsız etmekten hoşlanır. Köyde bu tip olaylar olmasın
diye köyün etrafında bir takım gömüler vs vardır. Cinler bu yüzden tuzak kurmakta ustadır. Yolda
yürürken her an bir aksilik yapar ölümle sonuçlanacak yaralanmalara yol
açabilir. Amacımız gece çökmeden köye inip yardım istemekti. Al karısını bilmeyen
arkadaşlar için kısaca anlatayım. Al karısı hakkında herkes bir şeyler
yazabilir. Al karıları insanlar gibi her biri birbirinden farklı olabilir. Tek
bir al karısını ele alıp genelleme yapılmaz. Al karıları erkeklerle münasebete
giremez. Doğalarında öyle bir şey yoktur. Lohusa kadınların yeni doğurduğu
bebekleri çalıp kendilerine tohum yaparlar. Yani, yeni doğan bebekleri kaçırıp,
bir şekilde gebe kalırlar. Bunu nasıl yaptıkları bilinmez. Al karıları erkek ya
da kız doğurabilir. Erkekler genelde ölü doğar. Yaşayanları ise cinler avlar
genelde. Bu yüzden erkekler hayvan kılığına girer sayıları o kadar azdır ki,
denk gelmek imkânsız gibi. Dişiler ise al karısı olur. Elleri çok bereketlidir.
Bir ekmek çıkacak hamura el sürdü mü on ekmek çıkar. Bazı yörelerde gümüş
çuvaldız ve iğne batırarak yakalarlar ama bu boş bir yöntemdir. Zira al karısı
enerjisi düşük bir varlıktır, normal kadın kadar güçsüzdür. Bir erkek tarafından
kolayca yakalanabilir. Cinler gibi özellikleri yoktur. Gaipte yaşamazlar. İnsanlar
arasında yaşarlar ve sürekli insanlara görünürler. Görünmezlik özellikleri
yoktur yani. Genel olarak çok çirkindirler. Al karısı olduğunu anlamak zordur,
insana benzer tıpatıp. Dişlerinin yapısından anlaşılır. Saçları koyu kırmızı
gözlerinin çoğu göz bebeksizdir. Yani bembeyaz. Yeni doğum yapan kadınlara musallat olur
evlatlarını çalar. Al karısı bebeği 40 günlüğe ulaşmadan çalar. Aksi halde onu
tohum edemez kendine. Bazıları kıskançlığından hamile kadınlara musallat olup
bebek düşürtür. Al karıları cinler ile kan davalı gibidir. Birbirlerini asla
sevmezler. Cinler al karısı ve soyundan gelenleri sorgusuz sualsiz öldürür. Genelde
kafaları kopartılır. Kafa kabileye götürülüp yakılır. Al karıları toplu halde
yaşar, insan tarafından yakalanan bir daha geri dönemez ve evlatları var ise
öldürülüp al karısının yakalandığı evin kapısına bırakılır. Bu saatten sonra al
karısı yakalayana köle gibi olur. Al karısına yemek verdiğin sürece her işi
yapar. Evinde kaldığımız hoca al karısına temizlik, yemek vs. her şeyi yaptırıyordu.
Köye doğru yürümeye başladık. Davut bizden 200 metre kadar ötede yürüyordu. Cinlerin
kurduğu tuzaklar var ise bizi uyaracaktı. Hocaların ikisi de yaşlıydı. Bense
dermansız kalmıştım. Ezanı duyalı tam bir buçuk saat olmuştu ama ortalık hala
zifiri karanlıktı. Biz bu olaya köye yaklaşınca anlam verebildik. Tuzağa
rastlamadan köye girdiğimizde köydeki herkesin kaçtığını gördük. Ne hayvan
kalmıştı ahırlarda nede insan. Sonradan öğrendik ki, köylüler olanları anlamış
ve hoca minareye koşup var gücü ile ezan okumaya başlamış, ifrit cinlerde sabah
oluyor sanıp korkudan tuzak bile kuramadan kaçmışlar. O muhterem hocanın ani
kararı ile ezanı bir buçuk saat önce okumasa biz çoktan ölmüştük. Köy hayalet
köy gibiydi. İnsanlar olacakları sezip kaçmıştı. 100 kişilik köyde canlı bir böcek
bile kalmamıştı neredeyse. Hoca minareye çıkıp bizim durumumuzu anlayıp ezanı
önceden okuyup hayatımızı kurtarmıştı ama o an köyde yardım alacak bir Allah’ın
kulu bile yoktu. Olayın en ilginci ise bu insanların bu kadar kısa sürede
nereye kaçabileceğiydi. Tamamı cinlerle, al karıları ile ermiş ruhları ile iç içe
yaşayan yüz kişiyi korkutup kaçıran bu illetten kurtulmak için sürekli aklım Allah’a
yalvarıyordu. İfritler gece geldiklerinde önce bizim bıraktığımız binaya bakıp
sonra buraya geleceklerdi elbet. Onlara karşı koyma gibi bir şansımız yoktu. Hava
daha yeni ağarıyordu. Gecekondudan dönüştürülen camiye girdik. Kapısı kilitli
olmayan tek yer oydu. O an içimizi ferahlatacak bir şey oldu. Bizi kurtaran
ezanı okuyan hoca olduğunu düşündüğümüz sakallı, uzun yeşil cüppeli bir
muhterem zat camide namaza durmuştu. En azından bir takım sorulara cevap
buluruz diye namazını bitirmesini bekledik. O ara bizim hocalarda şükür
namazına durmaya karar verdi. Bende hocalara katıldım. Davut dışarıda dururken
biz hocalarla namaza durduk. Biz namazı bitirdiğimizde ihtiyar adam hala
namazdaydı. Çok uzun süre geçmedi ki, Allahu Ekber Kebira’yı okumaya başladı. Yaklaşık
11 tekrar yaptıktan sonra, Selamın aleyküm diye sohbete girdi hoca. Faezeh ile
görüştünüz mü dedi ihtiyar bizim hocalara. Faezeh ifrit cinlerin kabilesinden
bizim eve giren sözcüymüş. Evet dediler. Yüzünüzü gösterdiniz mi dedi,
bizimkiler yine evet dedi. Anlaşmaya yanaşmadılar mı dedi. Bizimkiler anlaşmayı
dinlemedi bile, beni göstererek ya onu alırız ya hepinizi dedi, dedi. Ben
dayanamayarak hocam Allah razı olsun bizi kurtarmak için ezanı erken okudunuz
dedim. Ben okumadım dedi. Ben köyün 4 günlük misafiriyim dedi, size yardım eden
hoca köyün geri kalanı ile tepenin arkasına yürüdüler saklanmak için dedi. Vazifem
bitmeden bu köyü terk edemem dedi. Vazifesini sorunca Rab bilir, kader yazar
biz uyarız dedi. Bu gece bu köyden iki ölü çıkacak, ben onları yıkayıp
gömeceğim. Benim görevim bu dedi. Hocanın iki kişi ölecek bende yıkayıp gömeceğim
demesi ile bizim birbirimize bakmamız bir oldu. O an herkes kendi canının
derdine düştü. Beni kurtarmak artık konu dışıydı. Asıl önemli olan kendini
kurtarmaktı. İki hocanın da giriştiği bu olaydan ne kadar pişman olduğu
yüzlerinden okunuyordu. Ben o gece beni öldüreceklerine emindim. Çünkü benim
için geliyorlardı ve ben ölene kadar bitmeyecekti. Hocaya sorduk, hocam bir
yolu yordamı yok mu diye. Hoca yukarı bakıp, o yazdıysa biz bozamayız dedi. Bir
ara çıkıp koşup kaçmayı düşündüm ama o insanların benim için yaptıklarından
sonra bu düşünce, sadece düşünce olmaktan öteye gidemedi. Hoca bizi bir eve
soktu, gusüllerinizi tazeleyin, abdestinizi alıp tövbe namazınızı kılın dedi. Davut’u
çağırın o da alsın abdestini dedi. Hoca uzun boylu ve uzun cübbeliydi, kalburluydu.
Yüzünde ifade yoktu, ne korku veriyor ne de huzur ve cesaret verebiliyordu. Sadece
bilgi vermek için orada gibiydi. Davut köydeki hiçbir eve sığamadığı için hep
beraber bahçede oturduk. Davut cebinden 6 tane hurma çıkardı. Hurmalar yumruk
büyüklüğündeydi. O kadar açtım ki, bir ara yerdeki nanelere kopartıp yemiştim
ama Davut’un verdiği hurmayı yiyemedim. Hurmanın üzeri Davut’un derisi gibi
çatlaklaşmıştı. Yanımda dursun açlığa dayanamayınca yerim diye cebime soktum. Aradan
bir süre geçince, hocanın bacağı kopan kan ağlayan kargası gezmeye başladı
etrafta. Bir süre kafamızın üzerinde turladıktan sonra yanımıza yanaştı. Belli ki
Davut’tan çekiniyordu. Hoca el edince hemen kondu yanımıza. Sol kanadındaki
tüyler yolunmuş, kanadının altına keskin bir şey ile yazı gibi bir Farsça şekil
kazınmıştı. Ben görünce şekli şok oldum, bu benim ilk ifritle karşılaştığım
askeriyenin mutfağındaki yazılardan biri ile aynıydı. Hoca o an bana bunun şeytanı öven bir kelime
olduğunu söyledi. Biz nasıl darda kalınca ya Rab! Diyorsak, karganın kanadına
ya iblis! Yazılıydı. Cinler kargayı yakalayıp tırnakları ile hayvana acı
çektirerek yazmışlar. Gerçi hayvan diyemem. O an hoca bize bir şey itiraf etti.
Bu karga kafası koparılan al karısının hayatta kalan oğullarından birisiymiş. Al
karısını anlattığım yazımda dediğim gibi al karısının oğlu hayvan kılığında
gezer. Bu karga hoca için değil annesi için geliyormuş. Annesini
katlettiklerinde oğlunu da yakalayıp işkence yaparlarken okunan ezan kurtarmış
onu da. Yukarı bakmak Allah'a olan saygıdandır. Aleyna sıfatı ile bakılır, Aleyna
üzerimizde demektir. Allah'ı yukarıda aramaktan ziyade Rabbin gücü hepimizi
aşar manası çıkarılmalıdır. He Allah’ı gökyüzünde arayanda var ama her neyse,
ben konuyu dağıtmadan döneceğim. Öğle vakti gelirken cübbeli dede minareye
çıkmaya başladı. Boş köye ezan okumak için hazırlanıyordu. Önce anlam
veremedik. Zamanı gelince ezanı okudu.
•
• • • • PART 3 • • • • •
Nasıl bu kadar
sakin olduğunu anlamak güç, bu gece burada iki kişinin öleceğini nereden bildiğini
asla anlayamadım. Hoca minareden inerken yanına yaklaşıp, hocam kurban olayım
günlerdir çekmediğim kalmadı diye sızlanıp durdum. Bir yolu yordamı yok mu diye
ağladım. Cidden birkaç gün içinde o kadar kilo vermiştim ki, vücudum allak
bullak olmuştu. Ayakta duracak takatim yoktu. Cümle bile kurmakta zorluk
çekiyordum. Bana sana ulaşamadıkları her gün yenileri ölecek dedi. İfritin
nefreti yavru kancık gibidir. Hızlı büyür. İfrit cinlerin nefreti ateş ile
yoğrulmuştur. İfrit cinlerin kabileleri en sapkın cin kabilesidir. Şeytana
tapıp, Allah'ı ret ederler. Diğer tüm âlemler ile husumetleri vardır. İnsan
ırkını sevmezler, insan ırkına çaresiz hastalık, şifasız dert ve vesvese
verirler. Al karıları ve tohumlarını avlarlar. İfrit cinlerin kabilelerinde
sapkınlık vardır. Kendi aralarında bile savaş halindedirler. İfrit cinler bizim
dünyamızın Yahudileri gibidir. Sürekli fitne fesat ile düşmanlık yayıp kaos
ortamlarında büyürler. İfrit cinlerin en rahat ettikleri yerler pis ve hiçbir
canlının yaşayamayacağı kadar alçak alanlardır. Özellikle sıçanların kafalarını
koparıp evlerine asarlar. Ölülerini asla gömmezler. İfrit cinler kendi
ölülerini yiyebilir. İfrit kabilesinden biri bir insan tarafından rahatsız
edilirse, tüm kabile onu düşman beller. İfritler kurbanlarını hemen öldürmez,
ifrit cinin çarpması çok ağır olur. Kemikler birbiri ile kaynar yüz ve surat
şekilsiz bir hal alır. İnsan ucubeye döner. Sonra bu haldeki insanları
kabilenin yaşadığı yerde orta yere atıp sürekli rahatsız ederler. Belki aylarca
hatta yıllarca acı çektirirler. İfrit cinlerin kabilesi çok büyüktür.
Binlercesi bir arada yaşar. İfrit cin sizi çarpıp kabilenin yaşadığı yere götürdüğünde,
iki omuz aranızı üç günlük yol gibi hissedersiniz. Öyledir ki her hücreniz
acıyı ayrı bir tadar. Her gün farklı bir cin tarafından rahatsız edilirsiniz. Ölmeyi
dileseniz de sizi öldürmezler. Çarpılan insan vücudunu kontrol edip kaçamaz. Öyle
ucube bir beden ile her gün cinlerin vesvesesine maruz kalırsınız... Hoca ben
ona yalvarırken namaza durdu. Kafasını son secdeye koyduğunda ikindi ezanına
kadar kaldırmadı. Bu arada dışarı çıktığımda Davut ortalıkta yoktu. Köyün
arkasında tepeler vardı. Davut cinlerin köyü basacağı yere doğru gidip nöbete
durmuştu. Bir ara köyden kaçıp saklanmak istedik ama köy bizim için en güvenli
yerdi. Hoca köyden ayrılan ifritin kucağına düşer dedi. Ne yapacağımızı ne
edeceğimizi bilmiyorduk. Köyde yaklaşık 20 hane vardı. Tuvaletler, barakalar,
ahırlar vs. işin içine katınca 35 e yakında içinde saklanacağımız yer vardı. Hoca
ikindi ezanını okuduktan sonra yanımıza geldi. Kargayı salın, al karısı bulup saçlarını
getirsin buraya dedi. Hoca kargayı saldı. Al karısı saçını düğüm düğüm edip
köyün girişindeki ağaçlara asacaktık. Hoca Davut’a bir yer gösterip buraya
işemesini istedi. Benim koluma bir çizik atıp Davut’un işediği yere damlattı. Çok
zaman geçmeden karga ağzında bir tutam saç ile döndü. Cübbeli Hoca karganın
gözlerine bakıp hayvanı terk et dedi. İçindeki al karısının oğluna seslenmişti.
Karga önce huysuzlanıp sonra uçarak uzaklaştı. Aradan bir dakika geçmedi ki, 17
- 18 yaşlarında sol tarafı felçli bir çocuk belirdi. Suratı orantısızdı. Bir
gözü diğerinden büyük, ağzında dişleri yoktu. Sol tarafı felçti. Hoca beni
yanına aldı, diğer iki hocanın camide kalmasını istedi. Hocalar ikindiyi
kıldıktan sonra okumaya başladılar. Cübbeli Hoca, sabah ezanını duymadan yer
bile yarılsa okumayı kesmeyin dedi. Al karısının oğlu ile Davut’tan çatılara
çıkmasını istedi. Al karısının oğlunun boyun benden kısaydı. Felçli haline
aldırmadan çok hızlı hareket ediyordu. Davut ise daha önce söylediğim gibi
benden çok daha uzun ve iriydi. Biz hocayla caminin arkasındaki ahırın kapısına
geldik. Hoca eline avuç avuç at pisliği alıp benim diz kapaklarımdan aşağısına
sürmeye başladı. Sonra yerden bir avuç toprak alıp toprağa bir şeyler söyleyip
üfledikten sonra başımdan aşağı döktü. Bu binanın etrafında 7 tur at ve
öğreteceğim kelimeleri söyle dedi. Şimdi size bu kelimeleri söyleyemeyeceğim,
yanlış telaffuz ile başınız derde girmesin. Hocanın dediklerini yaptım. O ara
hava kararmaya başladı. Korkudan başım dönmeye başladı. Hocaya ne yapacağımızı
sordum. Yedi Emini’ çağıracağız dedi. Yedi Emin sizin bu bildiğiniz hukuk vs. olaylarındaki
yedi emin değil. Burada çağırılan varlığın, zamanının en muhterem evliyasının
adıymış yedi, ermişler ona güvenilirliğinden dolayı Emin lakabı takmış. Yedi Emin
pek bilinen varlık değildir. Genelde erenlere yardım eder. Öldükten sonra dahi
insanlara olan yardımı dolayısı ile Emin adı verilmiş. Hocanın anlattığına göre
Yedi isimli ermiş, zamanının en muhterem evliyasıymış. Şu anki Türkiye sınırları
içerisinde hiç yaşamamış. Hayatını şuan bizim sıkıntı çektiğimiz bölgeye yakın
yerlerde, buralar Osmanlı toprağıyken geçirmiş. Öyle heybetliymiş ki yolda
yürüdüğünde şeytanın bile korkup yolunu değiştirirmiş. İnsanlar ifrit cinden
nasıl korkar ise, ifrit cin de Yedi Emin hocadan öyle korkarmış görünce. Yedi
Emin Hoca yerine uzun uzun yazamamak için Emin Hoca diyeceğim. Cübbeli Hoca, Emin
hocayı çağırmak iki kere gusül ve 7 rekât namazın ardından, benim dediklerimi
tekrarlayacaksın dedi. Hoca sana yardım edeceği için sen çağıracaksın dedi. Tamam
dedim. Boş evlerden birinde bulduğum iki kazan su ile gusül alıp 7 rekât nafile
namazı kıldım. Arkasından Cübbeli Hoca’nın yanına gidip dediklerini
tekrarlardım. Hoca elime bir tespih verip bir cümleyi 777 kere tekrarlatacak
şekilde 7 cümle söylettirdi. Emin hoca ikindi ile akşam arası çağırılır. Emin Hoca’yı
yardım için değil, akşam namazı için çağırmak gerekir. Usul budur. Hoca gelir senin
ile akşam namazını kılar. Yatsıya kadar sohbet edilip, kuran okunur. Eğer hoca
haline acır ise yanında kalır yardım eder. Aksi halde yatsıyı kıldıktan sonra gider.
Hocayı bizle akşam namazı kılsın diye, Cübbeli Hoca’nın tarifine göre çağırdık.
Hocayı çağırırken, akşam namazına bir saatten az süre vardı. Bu arada Davut ve
al karısının oğlu da çıktıkları evlerin üzerinde namaza durmuşlardı. Beni
korumak için başını derde sokan iki hoca da camide sürekli okuyorlardı. Biz
köyün girişine gelip hocayı beklemeye başladık. Akşam namazı okunmaya başlayana
kadar gelmez ise bir daha gelmeyeceğini biliyordum. Bu yüzden umudumu yitirmeye
başladım. Çünkü Cübbeli Hoca akşam namazını okumak için teyemmüm abdesti almaya
başlamıştı. Hoca teyemmümü alırken benim gözüm bir anda Davut’a gitti. Davut
çıktığı çatıda gözükmüyordu. Tam Davut’u ararken Cübbeli Hoca bir anda avazı
çıktığı kadar "Allahümme Salli" duasını bağıra bağıra okumaya
başladı. O an irkilip hocaya döndüğümde, donup kalmıştım. Gökyüzü ile
yeryüzünün birleştiği o noktada uzun, omuzları geniş, sakalı göbeğinin altına
kadar gelen, elinde benim boyumu bile aşan asası ile yüzüne baktıkça bakılası
gelen mübarek bir insan geliyordu. Ne kadar uzun olduğunu yanıma gelene kadar
fark edemedim. Önce korkmuştum. Çünkü sadece silüeti gözüküyordu. Bir anda Cübbeli
Hoca da bağırarak dua okuyunca ifrit cinlerin geldiğini sandım fakat Emin Hoca
yaklaştıkça o yüzünün nuru öyle etkilemişti ki beni, günlerdir içimi ilk defa o
kadar rahatlamıştı. Aradan birkaç saniye geçti ki, Davut’u emin hocaya koşarken
gördüm. O iri devasa Müslüman cin, emin hocanın yanında neredeyse çelimsiz
kalıyordu. Daha Emin Hoca köye yaklaşmadan, Davut, hocanın ayaklarına kapandı.
Bizim Cübbeli Hoca’da koşmaya başlayınca ben ne yapacağımı şaşırdım. Hocanın
arkasından gidip yetişmeye çalıştım. Emin hoca öylesine heybetliydi ki,
şeytanın bile görünce yolunu değiştirmesine anlam verebiliyordum. Yüzünden nur
akıyordu. Cübbeli Hoca Davut’un ile resmen hocanın ayağına kapanma yarışına
girdi. Hoca ikisini de doğrultmak için eğildiğinde hocanın ellerini öpmeye
başladılar. Bende çok geçmeden yetiştim ama ne yapacağımı bilmiyordum. Emin
hoca cüppeli hocaya, ezanı oku, namazımızı geciktirmeyelim diyerek benim ile
göz göze gelmeden sanki ben orada yokmuşum gibi yanımdan geçti gitti. Emin Hoca
hakkında kısa bir bilgi vereyim, nasıl göründüğü ile ilgili. Ben Davut’un göğüs
kısmına geliyorsam, Davut’ta hocanın omuzlarına anca geliyordu. Emin Hoca
göbeksiz, sırtı dik, omuzları geniş yüzü tertemiz bir hocaydı. Sakalları
bembeyaz ve göbeğinin altına kadar iniyordu. Hoca yaşlı gözükmüyordu. 40 yaşlarında
gösteriyordu. Sakalları olmasa belki daha genç dururdu. Kaşları kalındı,
alnının üzerinde 7 çizgi vardı. Kafasında yeşil bir sarık vardı. Üzerinde ise
keçeden yapılmış renkleri birbirine karışmış bir hırka vardı. Hoca akşam
ezanını okuduktan sonra, hocalar, ben, Davut ve al karısının oğlu hep beraber köyün
girişinde namaza durduk. Emin Hoca hırkasının içinden lavaş ekmeği çıkardı, mübarek
böldükçe ekmeği ekmek hiç azalmadı. Toplam 7 kişi karnını doyurdu o ekmekle.
Önce biraz Kuran okundu ama ben gerilmeye başlamıştım. Çünkü gaybın kapılarının
açılmasına dakikalar kalmıştı. İfritler 11 gibi basmışlardı önceki gece evi. Bu
gece de aynı saatlerde gelir diye düşündüm. Ben bu düşünceler ile boğuşurken, Emin
Hoca gür sesi ile, hak bir çaresini bulur. Şeytanın soyundan gelen, şeytan gibi
lanettir dedi. Hoca resmen aklımı okumuştu. Tam ben konuşacakken al karısı öldürülen
hoca konuşmaya başladı. Olayı benden daha düzgün bir üslup ile anlattı. Emin Hoca
bana dönüp sen mi onlara gittin onlar mı sana geldi dedi. Ben de askeriyedeki
olayı ağlayarak anlattım. Emin hoca beni dinledikten sonra hiçbir şey demedi. Yatsıyı
kaçırmayalım, mümkün mertebe erken kılalım. Ziyarete geldiklerinde kılamayız
dedi. O an hocanın gece yanımızda kalacağını anlamıştım. Yatsıyı da kıldık,
gece ayazı üzerimize inince hocalar camiye geçti okumaya devam etti. Cübbeli
Hoca beni ahırın oraya yolladı fakat bu sefer Emin Hoca, Davut ile al karısının
oğlunu yanına alıp ileri doğru yürümeye başladı. Ben hemen Cübbeli Hoca’nın
yanına koştum ne olduğunu anlamak için, bizi yalnız bıraktıklarını, beni
cinlere teslim edeceklerini sandım. Meğer ise, emin hoca sis çöktüğünü görüp
ifritlerin geldiğini anlamış. Onlar köye varmadan karşılaşmak istemiş ama
karşılaşınca ne yapacağını kendi bilir dedi Cübbeli Hoca. Bana ahıra girmemi söyledi.
Ahırın kapıları hocanın okuyup düğümlediği halatlar ile bağlanmıştı. Ahırın
oradan izliyordum. Daha önce ifrit cin görmemiştim. Evi bastıklarında camları
olmayan odaya saklandığımdan onları görmemiştim ama ahırın içinden her şey
görünüyordu. Emin Hoca sisin içinde kayboldu ama sis ilerlemeyi kesti. Köyün
girişine 250 metre kala sis durdu ama ötesi gözükmüyordu. Aradan çok geçmeden Emin
Hoca’nın sesini duymaya başladık, öyle gür sesi vardı ki çok net duyuluyordu.
Hoca bağırarak Felak ve Nasr surelerini okuyordu. Davut ile Faezeh kavga
ederken çıkan sesleri duymaya başladık. Emin hocanın sesi ifritlerin
çığlıklarını bastırsa da, o sesin verdiği kasvetli hava bana resmen acı veriyordu.
Çığlıklar yavaş yavaş uzaklaşır gibi derinleşe derinleşe azalmaya başladı, bir süre
sonra sesler kesilince siste dağıldı. Emin hoca Davut ve al karısının oğlu ile
geri yürüyordu. O an bir rahatlama geldi. Emin Hoca cinlerle savaşıp yendi diye
düşünürken bir anda köyün arka tarafında patırtı koptu. Hocaların okudukları
yere taş yağmaya başladı. Resmen gökten taş yağıyordu. Al karısının sahibi olan
hoca kendini dışarı atarken diğer hoca içeride kalmıştı. Cinler önce kaçıp,
köyün arkasından dolanıp köyü basmışlardı. Ben hemen ahırda görünmeyecek
şekilde saklanıp, saman çuvallarının altına saklandım. Cübbeli Hoca köyün en
yüksek binasının tepesine çıkıp, Allahu Ekber Kebira’yı okumaya başladı. O an Emin
Hoca taşların yağdığı yerin önüne geçerek kendini siper etti. Taşlar Emin Hoca’ya
doğru geliyor ama hocaya çarpmadan yere düşüyordu. Taşlar bile Emin Hoca’dan
çekinip ona zarar vermekten korkar gibi ya yön değiştiriyor ya da hemen önüne
düşüyordu. Yüzlerce taşa kendini siper etti ama hiçbir taş ona çarpmadı. Bu
sefer Cübbeli Hoca’nın oraya da taş atmaya başladılar. Emin Hoca kendini iki
yere birden siper edemediği için al karısının oğlu ile Davut’a koşun siper edin
dedi. Bu köyde bu gece Kuran sesi işitilmez ise hepimizi çarpacaklar dedi, ve
hemen Felak ve Nasr surelerine başladı. Hocalardan dışarı kaçabilen bir köşede
okurken, Cübbeli Hoca en yüksek çatıda Allahu Ekber Kebira okuyor, Emin Hoca ise
Felak ve Nasr surelerini okuyordu. Ortalığa sis çökmeye başladı. O an en
korktuğumuz andı. Eğer sis çökerse cinler bizlere görünmeden hareket
edebilirdi. En azından ben göremezdim. Tam
o korku ile kafamı kaldırıp bakmışken, Emin Hoca iki elini kulaklarının
arkasına götürüp Allahu Ekber diye en gür sesi ile bağırdı. Hayatımda böyle bir
bağırışı, böyle bir gür sesi ilk defa duymuştum. Kulakları yırtan o ses sanki Emin
Hoca’nın son anına kadar sakladığı bir şeydi. Hocanın ağzından çıkan nefesi tüm
sisi dağıttı. Taş yağmuru durdu. Hoca bir adım ileri atıp bir Allahu Ekber daha
çekti. Sis kalktığında tam hocanın 100 belki 150 metre ötesinde hayatımda bir
daha görmemek için günde saatlerce dua ettiğim varlıklar vardı, hem de
binlercesi. Hoca her Allahu Ekber dediğinde elleri ile yüzlerini
kapatıyorlardı. Kaskatı kesildim. Ayakları toynak şeklinde, bedenleri çıplak
tüylü, kemiklerinin bazıları dışarıda, kalbur, elleri diz kapaklarına kadar
uzun, boyunları şekilsiz ve uzun, kafaları koç kafası gibi 4 boynuzlu, göz çukurlarının
içi boş uzun, kulakları kuzu kulağına benzeyen, saçları olmayan, ucubelerin en
çirkini varlıkları gördüm. Hatırlamamak için uzun zamandır gördüğüm tedavi
dolayısı ile şimdi daha detaylara girmek istemiyorum. Hoca Allahu Ekber çekerek
üzerlerine yürümeye başladı. Hoca 7. adımı atınca durdu, Farsça bir şeyler
söylemeye başladıktan sonra yerden eline aldığı ucu sivri bir kaya parçası ile
bileğini kesip kanını akıtarak köyün etrafında hızlıca dolaştı. Resmen ifrit
cinlerin topluluğuna karşı tehdit edercesine konuşuyor bizleri korumaya
çalışıyordu. Cinler o yere dökülen kana yaklaşamadılar bile. Bir süre sonra
aralarından birinin yanaştığını gördük. Emin hoca öne çıkınca ifrit cin uzaktan
bir şeyler söyledi. Sonra kabilesine döndüğünde hepsinin uzaklaştığını gördük. Cüppeli
hocanın yanına gittim. Davut ortalıkta yoktu, al karısının oğlu ve Cübbeli Hoca
Davut’un, taş atanların olduğu yöne doğru koştuğunu söylediler, Davut’u aramaya
çıkamadık. Çünkü kan ile çizilen yeri sabah ezanından önce geçemezdik. O arada
öteki hoca camiden, beni ilk önce evine davet eden hocanın cansız bedenini
çıkarıyordu... Hoca kafasına aldığı bir darbe ile yere yığılmış, diğer taşlar
vücudunu paramparça etmişti. Bizi parçalayan asıl görüntü ise kocanın bedenini
Kuran'a siper etmiş olmasıydı. Saatlerce ağladım. Cübbeli Hoca sabah ezanına
kadar, ölen hocanın bedenini yıkadı ve gömdük. Sabah ezanından hemen sonra Davut’u
aramak için ilerledik. Cinler Davut’u katletmişlerdi, ama o kısmı
anlatamayacağım. Cesaret bulduğum bir zaman olursa o görüntüyü size
anlatacağım. Cübbeli Hoca’nın dediği gibi iki ölü çıktı o geceden, Davut ve
beni ilk kollayan hoca. Bu görüntüden sonra kendimi sorguladım, eğer ölen ben
olsaydım belki onlar yaşıyor olurdu. Emin Hoca’ya gidip ağlayarak düşüncelerimi
anlattım. İntihar edersem olayların bitip bitmeyeceğini sordum. Hoca dün gece
cinlerden birinin yaklaşıp hocaya kan borcunuzu ödediniz, yarın diyet için
geleceğiz dediğini söyledi. Cinler can almaya değil mal almaya gelecekler, bu
köyü onlara bırakacağız, yağmalayıp gidecekler dedi. Bunun ne demek olduğunu
sorunca, Cübbeli Hoca, askeriye alanına geri dönebilirsin. Senle işleri
kalmadı. Mallarını alıp gidecekler dedi. İfritler kan borcunu aldıktan sonra
diyet için gelirler, almazlarsa ya da vermezsen çalarlar dedi. O an hocaya,
diyet söz konusu değilse, bir ifrit cinin hırsızlık yapıp yapmayacağını
sorduğumda, verdiği cevap hayır oldu. O an çok büyük bir boşluğa düşmüştüm. Çünkü
ifrit cin askeriye ye diyet borcunu almak için geliyordu. Daha sonradan öğrendiğime
göre, ifrit cinler içeri taş yağdırırken
uyandırmaya çalıştığım nöbet tutan asker, aslında uyumuyormuş. O askerin
sebebini bilmediğim bir nedenden dolayı ifrit bir cin ile husumeti olmuş ve
hayatta kalan hoca ona yardım edip ifrit cinle 5000 koyuna anlaşmış. Zaten
yazımda söylediğim 5000 koyun ile anlaşma olayı, nöbette uyuyor numarası yapan
askere aitmiş. Bu askerin, askeriyeye son saldırıda hayatını kaybeden hocayı
öneren asker olduğunu sonradan anladım. Bu asker, 5000 koyunu ödeyemeyince
ifritler askeriyeye dadanmış. Bu zaten olayı bildiği için ve olaya müdahale
edip başına bela almamak için o gece uyuyor numarası yapmış. Olaylardan sonra,
yemekhanede ortaya çıkan yazıları, ilk o görmüştü ve ben bunu okuyamam diyip
hocayı çağırmıştı. Ben gece yüzünü göremediğim için, o an o askeri teşhis
edememiştim. Aslında her şeyin farkındaymış ama olaya bulaşmamak için bilmiyor
numarası yapıp, ifritlerin hırsızlığına göz yumuyormuş. Cübbeli Hoca’nın zaten
erenlerden olduğunu herkes anlamıştır, söylememe gerek yok. Emin Hoca geldiği
yönde geri gitti. Gitmeden önce helallik aldık verdik, namaz kıldık. Cübbeli
Hoca beni burada bırakın diyerek, bizi gönderdi. Sırbistan’da evine
sığındığımız hoca, ben ve al karısının oğlu Kosova sınırından geçtik ve askeriyeye
geldik. Komutan zaten beni görünce şeytan görmüşe dönmüştü. O gün aynaya ilk
kez baktığımda kendimi tanıyamadım. Hâlâ tanıyamıyorum. Hoca olanları komutana
anlattıktan sonra al karısının oğlu ile askeriyeden çıktı. Ben olanları
komutana anlatıp, nöbetçi asker durumundan bahsettim. Nöbetçi askerin ben
askeriyeyi terk ettikten sonra, gece nöbet yerinde bilinmeyen bir yangından
dolayı yanarak öldüğünü söylediler. Cesedi Türkiye’ye gönderilmek üzere
temizlenirken nasıl olduğu hala bilinmeyen bir şekilde kaybedilmiş, ya da benim
inandığım şekilde çalınmış. Ben nöbetçi askerin olayını daha sonra araştırdıkça
buldum. Yaklaşık 1 buçuk senemi aldı her şeyin onun yüzünden başladığını
öğrenmek. Komutanın ayarladığı gibi bir iki gün sonra uçak ile Türkiye’ye
döndüm. Kosova yada Sırbistan’dan kimseyle bağlantım kalmadı. Kimseyle
görüşmedim. Görüşmekte hatırlamakta istemiyorum. Yapılan muayeneler sonunda
erken tezkere verdiler zaten. İlk 9 ay uyku problemleri çektim, ailem perişan
oldu. Hiçbir işte çalışamıyorum. Psikolojik destek görsem de nafile,
yaşayamayan bilemez. Bilmeyen yardımcı olamaz. Sonuçta döndüğümden beri, hiçbir
normal dışı aktivite yaşamadım. Sanki o ara başka bir boyutta yaşamışımda geri
dönmüşüm gibi. Hayat çok garip, insanlar etrafında, dünyada neler olduğundan
bir haber yaşıyor...